SEYREDEMEDİĞİMİZ NASRETTİN HOCA

Meslektaşım Ali Can Meydan Ankara’dan mesaj attı.

-Burada Ümit Solak diye bir animasyoncuyla tanıştım. Tam senlik, belki bir yazı çıkar. Paris’te yaşıyor ama bir süreliğine Ankara’da bir sergi açacak.

Bir Cumartesi sabahı İstanbul’dan arabaya atlayıp Ankara’ya gittim. İki saat konuştuk kendisi ve arkadaşlarıyla, sergiyi gezdim, akşama evdeydim. Olay bu kadar hızlı oldu ama yazıyı yazmam iki ayı geçti, o da benim ayıbım.

Ümit Solak grafik çalışmaları sergisinden (Ankara)

Ümit Solak grafik çalışmaları sergisinden (Ankara)

Ümit Solak Kimdir?

Her şeyden önce bir beyefendidir. Mütevazi ve aşırı çalışkan, biraz da içe dönük biri.

1947’nin yılbaşında Karabük’te doğdu. Beş yaşındayken Ankara’ya taşındılar. Uğur Mumcu’nun da mezun olduğu Deneme Lisesi mezunlarından, 1972’de Ankara Basın Yayın Yüksek Okulu‘nu bitirdi. M.E.B. Film ve Radyo Eğitim Merkezi‘nde işe girdi ve on sene kameramanlık yaptı. O sıra animasyona merak saldı ve kendi amatör denemelerine başladı. Bir imkan doğdu ve Fransa’ya yerleşti. O zamandan beri Fransa da yaşıyor ve üretiyor.

-İlk filmlerinizi yaparken nasıl malzemeler kullanıyordunuz?

-Kendi filmlerimi yaparken Türkiye’de hiçbir şey yoktu malzeme anlamında. Filmlerimi gören arkadaşlardan malzemeler gelmeye başladı; plastrin, karton, kumaş… O zamanlar plastrinler çabuk donuyor, çatlıyor, malzemeler kötü. Çekim sırasında sıcak ışıklarda plastrinler eriyordu. Mesela, bir kuş uçma animasyonu için bir kadın arkadaşımızdan iki tel saç aldık ve kuşları onlara asıp hareket ettirdim.

Sonra neden bizden bir şeyler olmasın dedim. Nasrettin Hoca’yı hepimiz biliyoruz. Kendi hayalimden bir köy yarattım. İskeletler ilk zamanlar tellerden yapılıyordu. Teller sert ve dayanıksızdı. Fransa’da iskelet için armatürler kullanmaya başladım. Orada el işlerine adanmış büyük mağazalar var, her türlü malzemeyi bulabiliyorsunuz. Alüminyum malzeme kullanmaya başladım çünkü kuklaların hafif olması gerekiyordu. O zamanlar kimse kimseyle animasyon tekniklerini paylaşmazdı, sır gibi saklardı. Biliyorsun, Çekler bu işin ana vatanıdır, Jiri Trnka‘nın işleri özellikle.

Ben ilk filmimde “Ya Tutarsa”yı yapmıştım ve Annecy’de mansiyon ödülü aldı o film. Sene 1983, orada Tim Burton‘la yarıştık, festivale “Vincent” filmiyle katılmıştı.

Ümit Solar, Tim Burton, Jan Svankmajer, Edward Nazarov

Ümit Solak, Tim Burton, Jan Svankmajer, Edward Nazarov Annecy-1983 kataloğunda

(Annecy’de o sene Jan Svankmajer‘in klasikleşmiş “Moznosti Dialogu” (Diyalog Çeşitleri) adlı filmi Grand Prix International Critics’ ödülünü, “Vincent” ise Critic’s ödülünü alıyor.)

Orada Aardman‘ın kurucularından Peter Lord‘la tanıştım. Meslek sırrı tabi, kimse kimseye bir şey anlatmıyor. Benim filmde adam nargile çekiyordu. Göğüsü kabarıyor, üfleyince de dumanlar çıkıyor. Aardman’ın filminde de bir su altı sahnesi var. Oturduk bir şeyler içtik. Sonunda o benden sırrımı aldı ama kendisi nasıl yaptığını söylemedi, kalktı gitti üç kağıtçı. Ben saf saf ona karakterin içine balon koyduğumu, ucuna bağladığım boruyla yavaş yavaş üflediğimi anlattım. Basit bir sistem aslında, çok hoşuna gitti. “Ben Londra’da çalışıyorum, gel birlikte çalışalım” dedi. O zamanlar Paris’e yeni yerleşmeye başlamıştım, göze alamadım. Şimdi bilseydim… 2000 kişi çalışıyor orada! (Gülüyor)

"Wallace and Gromit" Aardman Animations

“Wallace and Gromit” Aardman Animations

-Başlarken animasyon tekniklerini nereden öğrendiniz? O zamanlar çevrenizde bu konuyla ilgili neredeyse hiç kaynak yoktu.

-Başlangıcım kamera olduğu için o bana büyük avantaj sağladı. Arada kitaplar da karıştırdım ama Jiri Trnka’nın kitaplarında fazla teknik bilgi yoktu. Daha çok deneme yanılma yoluyla kendimi geliştirdim. O zamanlar el, yüz hareketleri yoktu Trynka’da mesela. Ben el hareketleri için kurşunla el iskeleti yaptım, güderiyle kaplayıp boyadım. Sonra lateks, daha sonraları da köpük lateks çıktı ve onla çalıştım. Bunları bilmeniz lazım tabi; kaç derecede pişecekler, içine hangi katalizörleri katacaksınız vs. Yüz mimikleri için tellerle tutturduğum kaşları hareket ettirdim.

"Hoca Turşu Satıyor" Filminden

“Hoca Turşu Satıyor” Filminden

Fransa’da Nasrettin Hoca filmlerine devam ettim. Toplamda on dokuz hikaye, doksan dakikalık bir film oldu. Belki de o zaman dünyada ilkti tek başına uzun metraj film yapan biri. Bir film altı, yedi ay sürüyordu. Fransa’da çekip buraya getiriyordum. TRT’de o zaman tanınmış Rüştü Asyalı, Mete Dönmezer, Ahmet Nasuroğlu gibi isimler seslendiriyordu. Ben de TRT’ye her film için bir gösterim hakkı vererek dublajı karşılamış oluyordum. Bu filmlerden para kazanmadım, diğer işlerle finanse ettim. Fotoğrafçılık yaptım, festivallere katıldım, çevre edindim.

Fransa’da ünlü, İtalyan asıllı iki prodüktörle tanışmıştım. Paris’te banliyöde bir şatoda yaşıyorlardı ve her türlü imkana sahiptiler. Fransız televizyonu için onlarla çalıştım. Haftanın beş günü şatoda yatıp kalkıyor, hafta sonları da ailemin yanına gidiyordum.

O zamanlar Michel Gondry‘yle tanıştık. Yapmakta olduğu müzik videoları için animasyonlar çektik. Sonrasında ailevi sebepler, bilgisayar teknolojisi derken stüdyolar birer birer kapandı. Ben de eğitmenliğe geçiş yaptım.

-Şu an stop motion ne durumda sizce?

-Yok denecek kadar az, bilgisayar hakimiyeti var.

(Bir süre animasyonda kaliteden bahsediyoruz. Kalitesiz işlerin de farklı sebeplerden öne çıkabildiğini tartışıyoruz.)

-Sizce seyirci kaliteyi ayırt edebiliyor mu, kalite için uğraşmaya gerçekten değer mi?

-Bir ara kültür bakanlığı sinema dairesinde bir beyle karşılaşmıştım. Bana “bunlar nedir, hareket ediyor mu, konuşuyor mu…” gibi sorular sordu; anlayışı bu kadardı maalesef. Fransa’da bir kapıcı bana “böyle güzel şeyler görmedim…” derken, buradaki müdür böyle. Yalnız animasyon açışından değil, her şey açısından. Sanatla ilgili görgüleri var. Bu filmle Annecy’ye gittiğimde orada Türk bayrağı dalgalandı. Salon dört bin kişi, sahneye çıkıyorsunuz, Türkiye adı geçiyor. Bir gün trende Fransız bir milletvekili ile tanıştım, Le Monde gazetesi okuyor. Biraz konuşunca aksanımı duydu. Türk olduğumu söyleyince “hangi kebaptansın?” diye sordu. (Hangi restoranda çalışıyorsun demek istiyor – Ü.S.) Yok dedim, ben çizgi film yapıyorum. İşlerimden bahsettim. “Aaa, ben küçükken seyrettim onları!” dedi. Bakışı değişti bir anda, kıpkırmızı oldu.

"Hoca Turşu Satıyor" ve "Hocanın Kavuğu" filmlerinin çekimlerinden

“Hoca Turşu Satıyor” ve “Hocanın Kavuğu” filmlerinin çekimlerinden

-İşlerinizi internette neden bulamıyoruz?

-Ben reklamı sevmeyen birisiyim. biraz kapalı kutuyum, soran oldukça açılıyorum. Çok iş alıp bir stüdyo işletmek de bana biraz ters geliyor.

-Sizce stop motion öldü mü, ölmekte olan bir sanat dalı mı?

-Stop motion ölmez. Yapılmış olan eserler de klasikleşir. Her devirde seyredebilirsiniz onları. Jiri Trnka mesela, tekniği basit de olsa zamanı geçmez bence.

-Ama Jiri Trnka’yı ancak çok ilgilenenler bilir, animasyon piyasasında bile çalışan çoğu kişinin bildiğini sanmıyorum.

-Türkiye’de tanıtılmadığı için bilmez. Türkiye’de bu işi başlatan kişi olmama rağmen beni de kimse tanımıyor.

-Onu çözeceğiz inşallah.

"The Hand" - Jiri Trnka

“The Hand” – Jiri Trnka

-Bunu biraz da şuna bağlıyorum, bir ülkede sanat olabilmesi için herkesin midesinin doyması lazım. Başka şey düşünmeyecek, ona odaklanacaksın. Şimdi mesela buraya gelen kimse sergiye uğramıyor, karşıdaki büfeden sandviç alıp gidiyor. (Sergi bir AVM içinde.) Sergi ilk açıldığında orta yaşlı bir beyefendi geldi, grafik hocasıymış. Çok beğendi sergiyi. Gitti orada oturan gençlere çattı, “neden bakmıyorsunuz, ne güzel işler var” diye. Gençler de utana sıkıla geldiler.

-Önce doymak lazım yani?

-Evet, tabi.

-Ama Türkiye de o kadar fakir değil sanki?

-Fakir değil ama bir sürü şey bizi kısıtlamış. Resim yapmamışız, heykel yapmamışız. Aslında Türkiye büyük bir zenginlik. Niye biz Avrupa’dan örnek alıyoruz mesela, onlar bizden almıyorlar?

(Eski ustalardan bahsederken lafımı bölüyor)

Edward Nazarov vardır, bilir misiniz? Geçenlerde birine bahsederken Google’dan bir baktık ki ölmüş. Aynı festivalde beraberdik, şu kuklanın resmini vermiştim ona. Tercümanla konuşuyoruz, “bunu saklayacam” dedi. Neden diye sordum. Bir arkadaşıma benziyor dedi.

-Hafiften bir Rus tipi de var sanki?

-Bu Şaban, mesela burada hayretler içinde. O zamanlar bu ifadeleri, hayreti, kızgınlığı verebilmek büyük meseleydi.

"Nasrettin Hoca" - Ümit Solak

“Nasrettin Hoca” – Ümit Solak

-Peki bu sanatçılar demir perde baskısı altında, yoksullukla bu filmleri çekmişler de biz neden çekememişiz?

-Onlar yoksul falan değillerdi ki, arkalarında devlet desteği vardı.

-Jiri Trynka yasaklı değil miydi? (Hand filmi bir otoriter sistem eleştirisi sonuçta)

-Jiri Trynka’nın malikanesi vardı. Biz o zamanlar bir tane kamera bulamazken onlar bir planı dört kamerayla çekiyorlardı. Halkta açlık fakirlik vardı belki, demir perde ülkesi olduğu için tam bilemiyoruz. Ama bu adamlar sanata önem veriyorlardı. Azerilere bak mesela, hepsi müzisyen. Baleye, tiyatroya gidiyorlar. Belki Rusların bir politikasıydı o zamanlar; siyasete bulaşmasınlar, kültür sanatla ilgilensinler diye. Türkiye’de de imkan var, yapıyorsunuz ama kimse pek ilgilenmiyor. Bir de ilgisiz insanlar iş başında, bunların üreticiden daha kültürlü olması lazım.

Jiri Trnka

Jiri Trnka

-Michel Gondry’yle çalışmak nasıldı?

-Çok zordu… Aşırı titizdi. Gecenin üçü, dördüne kadar dekor hazırlanıyor, o saatten sonra çekime başlıyorduk. Gündüz uyuyorduk. Kaç kere söyledim normal saatlere dönelim diye. Animatör olmama rağmen ışığından kamerasına, diğer yüklerden de payımı alıyordum. O zamanlar çok fazla teknik bilgisi de yoktu. Kamera hareketleri ve düzeneklerini bana sorardı. Ama adam güneş görmeden çalışıyordu. Michel’le beni tanıştıran Eric adında çok usta ve mütevazi bir animatör vardı. Beni Hollywood’a çağırmıştı o dönem ama gitmedim. Michel de kariyerine Amerika’da devam etti zaten.

(Birkaç fotoğraf çekiyorum, filmlerden birini işaret ediyor)

-Bu film 10 sene önce bitti ama seslendirmesi hala yapılmadı.

-Neden? Yayınlanmadı mı bu film?

Yayınlanmayan çok film var…

-Dublaj nedir ki, 80’lerde TRT’de yapıyorlarmış, bugün kimse ilgilenmiyor mu?

-Bir ara TGRT’ye satmıştım bazılarının yayın haklarını, oradan birisi yürütmüş, baktım götürüyorlar. Mahkemelik olduk vs. Festival yapıyorlar mesela Nasrettin Hocayla ilgili. Arasalar böyle bir zenginlik, bu konuda bu kadar çalışan birisini bulamazlar ama umurlarında değil. Laletayn birine bir kostüm giydirip bir yoğurt atıyorlar, al sana festival.

-Peki insanlar bu filmleri nasıl görebilir?

-Seyretmek ister misin?

-Yani ben tabi isterim de, siz istemez misiniz bu filmler yayılsın?

-İsterim tabi ama burada benim 20 senelik emeğim var. Havadan yayılmasını istemem, bir sponsor olması lazım. Tamamıyla bu hikayeleri sergileştirecek bir örneği kültür bakanlığına vermiştim. Duvarlarda resimli roman gibi gezip okuyacaktı insanlar, Türkiye’de yapılmamıştı öyle bir şey. Kimse ilgilenmedi tabi. Dönüşte örneği almaya gittim, üstüne çay dökmüşler.

Foto_Kitaplar
Sanırım yeterince materyal oldu?

-Tabi ki, fazlasıyla.

Nerede yayınlanacak bu? Reklamı sevmeyen birisiyim, ona göre…

Ankara Hatırası

Ankara Hatırası

Sonuç olarak, bu kadar eski ustayla aynı havayı solumuş, birlikte çalışmış, yarışmış, ama mütevazi ve kibar kişiliğinden bir şey kaybetmemiş bu ustayı tanımak benim için büyük şanstı. Animasyon geçmişinin yok denecek kadar az olduğunu bildiğimiz Türkiye’den hala bizi şaşırtan kahramanlar çıkabiliyor. Onları elimizde pek tutamamışız, kendilerini dışarıda geliştirmişler. Bu da bizim ayıbımız. Beni en çok şaşırtan, on dokuz kısa hikayeden oluşan, nakış gibi işlenmiş, 90 dakikalık bir Nasrettin Hoca animasyonunun -kimse ilgilenmediği için- Ümit beyin hard diskinde bekliyor olması. Üstüne titrenmiş hiçbir animasyon böyle bir sonu hak etmez.


Leave a Comment

Your email address will not be published. Required fields are marked *