Jeff Treves

Savannah College of Art and Design, Computer Art & 3D Animation mezunu (2004 ) 2004-2008 arasında New York'ta 3D generalist ve illüstratör olarak çalıştı. 2008'de İstanbul'a döndü ve bir arkadaşıyla Treves Studios'u kurdu. 2015'te animasyon ve tasarım eğitimleri vermeye başladı. 1999-2004 yılları arasında yaptığı dövmeciliğe 2015'te geri döndü. Bunların yanında senaristlik yaptı ve arkadaşlarıyla kurduğu rock gruplarında vokalist ve şarkı sözü yazarı olarak yer aldı. Son grubu Kirpi, 1 Haziran 2017'de ilk albümü 'Nöbet'i yayımladı. Sanatçı son dönemde CBILAB VR STUDIOS'da, VR platformları için oyun yapımında tam zamanlı lead animatör ve senarist olarak çalışmaktadır. Bunun yanında eğitim, dövme ve müzik çalışmalarına part-time olarak devam etmektedir...

SEYREDEMEDİĞİMİZ NASRETTİN HOCA

Meslektaşım Ali Can Meydan Ankara’dan mesaj attı.

-Burada Ümit Solak diye bir animasyoncuyla tanıştım. Tam senlik, belki bir yazı çıkar. Paris’te yaşıyor ama bir süreliğine Ankara’da bir sergi açacak.

Bir Cumartesi sabahı İstanbul’dan arabaya atlayıp Ankara’ya gittim. İki saat konuştuk kendisi ve arkadaşlarıyla, sergiyi gezdim, akşama evdeydim. Olay bu kadar hızlı oldu ama yazıyı yazmam iki ayı geçti, o da benim ayıbım.

Ümit Solak grafik çalışmaları sergisinden (Ankara)

Ümit Solak grafik çalışmaları sergisinden (Ankara)

Ümit Solak Kimdir?

Her şeyden önce bir beyefendidir. Mütevazi ve aşırı çalışkan, biraz da içe dönük biri.

1947’nin yılbaşında Karabük’te doğdu. Beş yaşındayken Ankara’ya taşındılar. Uğur Mumcu’nun da mezun olduğu Deneme Lisesi mezunlarından, 1972’de Ankara Basın Yayın Yüksek Okulu‘nu bitirdi. M.E.B. Film ve Radyo Eğitim Merkezi‘nde işe girdi ve on sene kameramanlık yaptı. O sıra animasyona merak saldı ve kendi amatör denemelerine başladı. Bir imkan doğdu ve Fransa’ya yerleşti. O zamandan beri Fransa da yaşıyor ve üretiyor.

-İlk filmlerinizi yaparken nasıl malzemeler kullanıyordunuz?

-Kendi filmlerimi yaparken Türkiye’de hiçbir şey yoktu malzeme anlamında. Filmlerimi gören arkadaşlardan malzemeler gelmeye başladı; plastrin, karton, kumaş… O zamanlar plastrinler çabuk donuyor, çatlıyor, malzemeler kötü. Çekim sırasında sıcak ışıklarda plastrinler eriyordu. Mesela, bir kuş uçma animasyonu için bir kadın arkadaşımızdan iki tel saç aldık ve kuşları onlara asıp hareket ettirdim.

Sonra neden bizden bir şeyler olmasın dedim. Nasrettin Hoca’yı hepimiz biliyoruz. Kendi hayalimden bir köy yarattım. İskeletler ilk zamanlar tellerden yapılıyordu. Teller sert ve dayanıksızdı. Fransa’da iskelet için armatürler kullanmaya başladım. Orada el işlerine adanmış büyük mağazalar var, her türlü malzemeyi bulabiliyorsunuz. Alüminyum malzeme kullanmaya başladım çünkü kuklaların hafif olması gerekiyordu. O zamanlar kimse kimseyle animasyon tekniklerini paylaşmazdı, sır gibi saklardı. Biliyorsun, Çekler bu işin ana vatanıdır, Jiri Trnka‘nın işleri özellikle.

Ben ilk filmimde “Ya Tutarsa”yı yapmıştım ve Annecy’de mansiyon ödülü aldı o film. Sene 1983, orada Tim Burton‘la yarıştık, festivale “Vincent” filmiyle katılmıştı.

Ümit Solar, Tim Burton, Jan Svankmajer, Edward Nazarov

Ümit Solak, Tim Burton, Jan Svankmajer, Edward Nazarov Annecy-1983 kataloğunda

(Annecy’de o sene Jan Svankmajer‘in klasikleşmiş “Moznosti Dialogu” (Diyalog Çeşitleri) adlı filmi Grand Prix International Critics’ ödülünü, “Vincent” ise Critic’s ödülünü alıyor.)

Orada Aardman‘ın kurucularından Peter Lord‘la tanıştım. Meslek sırrı tabi, kimse kimseye bir şey anlatmıyor. Benim filmde adam nargile çekiyordu. Göğüsü kabarıyor, üfleyince de dumanlar çıkıyor. Aardman’ın filminde de bir su altı sahnesi var. Oturduk bir şeyler içtik. Sonunda o benden sırrımı aldı ama kendisi nasıl yaptığını söylemedi, kalktı gitti üç kağıtçı. Ben saf saf ona karakterin içine balon koyduğumu, ucuna bağladığım boruyla yavaş yavaş üflediğimi anlattım. Basit bir sistem aslında, çok hoşuna gitti. “Ben Londra’da çalışıyorum, gel birlikte çalışalım” dedi. O zamanlar Paris’e yeni yerleşmeye başlamıştım, göze alamadım. Şimdi bilseydim… 2000 kişi çalışıyor orada! (Gülüyor)

"Wallace and Gromit" Aardman Animations

“Wallace and Gromit” Aardman Animations

-Başlarken animasyon tekniklerini nereden öğrendiniz? O zamanlar çevrenizde bu konuyla ilgili neredeyse hiç kaynak yoktu.

-Başlangıcım kamera olduğu için o bana büyük avantaj sağladı. Arada kitaplar da karıştırdım ama Jiri Trnka’nın kitaplarında fazla teknik bilgi yoktu. Daha çok deneme yanılma yoluyla kendimi geliştirdim. O zamanlar el, yüz hareketleri yoktu Trynka’da mesela. Ben el hareketleri için kurşunla el iskeleti yaptım, güderiyle kaplayıp boyadım. Sonra lateks, daha sonraları da köpük lateks çıktı ve onla çalıştım. Bunları bilmeniz lazım tabi; kaç derecede pişecekler, içine hangi katalizörleri katacaksınız vs. Yüz mimikleri için tellerle tutturduğum kaşları hareket ettirdim.

"Hoca Turşu Satıyor" Filminden

“Hoca Turşu Satıyor” Filminden

Fransa’da Nasrettin Hoca filmlerine devam ettim. Toplamda on dokuz hikaye, doksan dakikalık bir film oldu. Belki de o zaman dünyada ilkti tek başına uzun metraj film yapan biri. Bir film altı, yedi ay sürüyordu. Fransa’da çekip buraya getiriyordum. TRT’de o zaman tanınmış Rüştü Asyalı, Mete Dönmezer, Ahmet Nasuroğlu gibi isimler seslendiriyordu. Ben de TRT’ye her film için bir gösterim hakkı vererek dublajı karşılamış oluyordum. Bu filmlerden para kazanmadım, diğer işlerle finanse ettim. Fotoğrafçılık yaptım, festivallere katıldım, çevre edindim.

Fransa’da ünlü, İtalyan asıllı iki prodüktörle tanışmıştım. Paris’te banliyöde bir şatoda yaşıyorlardı ve her türlü imkana sahiptiler. Fransız televizyonu için onlarla çalıştım. Haftanın beş günü şatoda yatıp kalkıyor, hafta sonları da ailemin yanına gidiyordum.

O zamanlar Michel Gondry‘yle tanıştık. Yapmakta olduğu müzik videoları için animasyonlar çektik. Sonrasında ailevi sebepler, bilgisayar teknolojisi derken stüdyolar birer birer kapandı. Ben de eğitmenliğe geçiş yaptım.

-Şu an stop motion ne durumda sizce?

-Yok denecek kadar az, bilgisayar hakimiyeti var.

(Bir süre animasyonda kaliteden bahsediyoruz. Kalitesiz işlerin de farklı sebeplerden öne çıkabildiğini tartışıyoruz.)

-Sizce seyirci kaliteyi ayırt edebiliyor mu, kalite için uğraşmaya gerçekten değer mi?

-Bir ara kültür bakanlığı sinema dairesinde bir beyle karşılaşmıştım. Bana “bunlar nedir, hareket ediyor mu, konuşuyor mu…” gibi sorular sordu; anlayışı bu kadardı maalesef. Fransa’da bir kapıcı bana “böyle güzel şeyler görmedim…” derken, buradaki müdür böyle. Yalnız animasyon açışından değil, her şey açısından. Sanatla ilgili görgüleri var. Bu filmle Annecy’ye gittiğimde orada Türk bayrağı dalgalandı. Salon dört bin kişi, sahneye çıkıyorsunuz, Türkiye adı geçiyor. Bir gün trende Fransız bir milletvekili ile tanıştım, Le Monde gazetesi okuyor. Biraz konuşunca aksanımı duydu. Türk olduğumu söyleyince “hangi kebaptansın?” diye sordu. (Hangi restoranda çalışıyorsun demek istiyor – Ü.S.) Yok dedim, ben çizgi film yapıyorum. İşlerimden bahsettim. “Aaa, ben küçükken seyrettim onları!” dedi. Bakışı değişti bir anda, kıpkırmızı oldu.

"Hoca Turşu Satıyor" ve "Hocanın Kavuğu" filmlerinin çekimlerinden

“Hoca Turşu Satıyor” ve “Hocanın Kavuğu” filmlerinin çekimlerinden

-İşlerinizi internette neden bulamıyoruz?

-Ben reklamı sevmeyen birisiyim. biraz kapalı kutuyum, soran oldukça açılıyorum. Çok iş alıp bir stüdyo işletmek de bana biraz ters geliyor.

-Sizce stop motion öldü mü, ölmekte olan bir sanat dalı mı?

-Stop motion ölmez. Yapılmış olan eserler de klasikleşir. Her devirde seyredebilirsiniz onları. Jiri Trnka mesela, tekniği basit de olsa zamanı geçmez bence.

-Ama Jiri Trnka’yı ancak çok ilgilenenler bilir, animasyon piyasasında bile çalışan çoğu kişinin bildiğini sanmıyorum.

-Türkiye’de tanıtılmadığı için bilmez. Türkiye’de bu işi başlatan kişi olmama rağmen beni de kimse tanımıyor.

-Onu çözeceğiz inşallah.

"The Hand" - Jiri Trnka

“The Hand” – Jiri Trnka

-Bunu biraz da şuna bağlıyorum, bir ülkede sanat olabilmesi için herkesin midesinin doyması lazım. Başka şey düşünmeyecek, ona odaklanacaksın. Şimdi mesela buraya gelen kimse sergiye uğramıyor, karşıdaki büfeden sandviç alıp gidiyor. (Sergi bir AVM içinde.) Sergi ilk açıldığında orta yaşlı bir beyefendi geldi, grafik hocasıymış. Çok beğendi sergiyi. Gitti orada oturan gençlere çattı, “neden bakmıyorsunuz, ne güzel işler var” diye. Gençler de utana sıkıla geldiler.

-Önce doymak lazım yani?

-Evet, tabi.

-Ama Türkiye de o kadar fakir değil sanki?

-Fakir değil ama bir sürü şey bizi kısıtlamış. Resim yapmamışız, heykel yapmamışız. Aslında Türkiye büyük bir zenginlik. Niye biz Avrupa’dan örnek alıyoruz mesela, onlar bizden almıyorlar?

(Eski ustalardan bahsederken lafımı bölüyor)

Edward Nazarov vardır, bilir misiniz? Geçenlerde birine bahsederken Google’dan bir baktık ki ölmüş. Aynı festivalde beraberdik, şu kuklanın resmini vermiştim ona. Tercümanla konuşuyoruz, “bunu saklayacam” dedi. Neden diye sordum. Bir arkadaşıma benziyor dedi.

-Hafiften bir Rus tipi de var sanki?

-Bu Şaban, mesela burada hayretler içinde. O zamanlar bu ifadeleri, hayreti, kızgınlığı verebilmek büyük meseleydi.

"Nasrettin Hoca" - Ümit Solak

“Nasrettin Hoca” – Ümit Solak

-Peki bu sanatçılar demir perde baskısı altında, yoksullukla bu filmleri çekmişler de biz neden çekememişiz?

-Onlar yoksul falan değillerdi ki, arkalarında devlet desteği vardı.

-Jiri Trynka yasaklı değil miydi? (Hand filmi bir otoriter sistem eleştirisi sonuçta)

-Jiri Trynka’nın malikanesi vardı. Biz o zamanlar bir tane kamera bulamazken onlar bir planı dört kamerayla çekiyorlardı. Halkta açlık fakirlik vardı belki, demir perde ülkesi olduğu için tam bilemiyoruz. Ama bu adamlar sanata önem veriyorlardı. Azerilere bak mesela, hepsi müzisyen. Baleye, tiyatroya gidiyorlar. Belki Rusların bir politikasıydı o zamanlar; siyasete bulaşmasınlar, kültür sanatla ilgilensinler diye. Türkiye’de de imkan var, yapıyorsunuz ama kimse pek ilgilenmiyor. Bir de ilgisiz insanlar iş başında, bunların üreticiden daha kültürlü olması lazım.

Jiri Trnka

Jiri Trnka

-Michel Gondry’yle çalışmak nasıldı?

-Çok zordu… Aşırı titizdi. Gecenin üçü, dördüne kadar dekor hazırlanıyor, o saatten sonra çekime başlıyorduk. Gündüz uyuyorduk. Kaç kere söyledim normal saatlere dönelim diye. Animatör olmama rağmen ışığından kamerasına, diğer yüklerden de payımı alıyordum. O zamanlar çok fazla teknik bilgisi de yoktu. Kamera hareketleri ve düzeneklerini bana sorardı. Ama adam güneş görmeden çalışıyordu. Michel’le beni tanıştıran Eric adında çok usta ve mütevazi bir animatör vardı. Beni Hollywood’a çağırmıştı o dönem ama gitmedim. Michel de kariyerine Amerika’da devam etti zaten.

(Birkaç fotoğraf çekiyorum, filmlerden birini işaret ediyor)

-Bu film 10 sene önce bitti ama seslendirmesi hala yapılmadı.

-Neden? Yayınlanmadı mı bu film?

Yayınlanmayan çok film var…

-Dublaj nedir ki, 80’lerde TRT’de yapıyorlarmış, bugün kimse ilgilenmiyor mu?

-Bir ara TGRT’ye satmıştım bazılarının yayın haklarını, oradan birisi yürütmüş, baktım götürüyorlar. Mahkemelik olduk vs. Festival yapıyorlar mesela Nasrettin Hocayla ilgili. Arasalar böyle bir zenginlik, bu konuda bu kadar çalışan birisini bulamazlar ama umurlarında değil. Laletayn birine bir kostüm giydirip bir yoğurt atıyorlar, al sana festival.

-Peki insanlar bu filmleri nasıl görebilir?

-Seyretmek ister misin?

-Yani ben tabi isterim de, siz istemez misiniz bu filmler yayılsın?

-İsterim tabi ama burada benim 20 senelik emeğim var. Havadan yayılmasını istemem, bir sponsor olması lazım. Tamamıyla bu hikayeleri sergileştirecek bir örneği kültür bakanlığına vermiştim. Duvarlarda resimli roman gibi gezip okuyacaktı insanlar, Türkiye’de yapılmamıştı öyle bir şey. Kimse ilgilenmedi tabi. Dönüşte örneği almaya gittim, üstüne çay dökmüşler.

Foto_Kitaplar
Sanırım yeterince materyal oldu?

-Tabi ki, fazlasıyla.

Nerede yayınlanacak bu? Reklamı sevmeyen birisiyim, ona göre…

Ankara Hatırası

Ankara Hatırası

Sonuç olarak, bu kadar eski ustayla aynı havayı solumuş, birlikte çalışmış, yarışmış, ama mütevazi ve kibar kişiliğinden bir şey kaybetmemiş bu ustayı tanımak benim için büyük şanstı. Animasyon geçmişinin yok denecek kadar az olduğunu bildiğimiz Türkiye’den hala bizi şaşırtan kahramanlar çıkabiliyor. Onları elimizde pek tutamamışız, kendilerini dışarıda geliştirmişler. Bu da bizim ayıbımız. Beni en çok şaşırtan, on dokuz kısa hikayeden oluşan, nakış gibi işlenmiş, 90 dakikalık bir Nasrettin Hoca animasyonunun -kimse ilgilenmediği için- Ümit beyin hard diskinde bekliyor olması. Üstüne titrenmiş hiçbir animasyon böyle bir sonu hak etmez.

THE THIEF AND THE COBBLER

THE GREATEST ANIMATED MOVIE THAT WAS NEVER MADE (1)
(Dünyanın Yapılamamış En İyi Çizgi Filmi)

 

 “Sonlandırmadığın her iş bir anıdan ibarettir…”

Herhangi bir yapıtı değerlendirirken, onu süzgecinden geçirdiğim bir filtre geliştirdim yıllar içinde. Buna bir tür mesleki deformasyon da diyebiliriz. Eserin anlattığı hikaye ve işçiliğin göz alıcılığı kadar, onun hangi şartlarda, hangi dönemde, nasıl bir sosyal-politik ortamda ve ne tür araçlarla üretildiğine de önem vermeye başladım. Değer yargılarımızı göreceli kıyaslamalar üzerinden oluşturmadığımızda, yolumuzu kaybedeceğimizi düşünmüşümdür hep. Enstrümanların, insanların ve dönemlerin doğasında, birbirlerine kıyasla avantajlı olduğu durumlar vardır. Bir eseri sadece bize sunulan haliyle algılamaya çalışırsak eğer, dijital ortamda boyanmış bir illüstrasyonla ıslak sıvaya pigment sürerek yapılmış bir fresk arasındaki farkı yeterince anlayamayız. Sanırım demek istediğim, önemli olan sadece eserin hangi noktaya ulaştığı değil; asıl önemli olan eserin o noktaya nereden ulaştığı ve toplamda kat ettiği mesafe. Böyle bir giriş yapmak istedim çünkü anlatacağım hikaye de kendi şartlarında üstün mesafeler kat etmiş (ve ironik olarak bazı yönleriyle de sınıfta kalmış) bir eser hakkında.

The Dark Side of Oz

The Dark Side of Oz

Efsaneleri severim. Keşfedilmemiş hikayeler, gözden kaçan bağlantılar, akıl almaz rastlantılar beni bir eseri tümden tüketmeye iten gizemlerdir. Onunla ilgili var olan her türlü merkezi ve çevresel dökümana saplantı derecesinde ilgi duymaya başlarım. Ta ki geriye önemsiz kırıntıları kalana ve hayatın durağan sıkıntısı kendini tekrar hissettirene kadar. Bir sonraki efsaneye kadar yani… Bunu sanat komplosu teorilerine duyulan bir ilgi gibi de değerlendirebilirsiniz. Dark Side of the Oz’u duyup da ilk seyrettiğimde gözlerimin dolduğunu hatırlıyorum.

 

Richard E. Williams

Richard E. Williams

“Hırsız’la yapmaya çalıştığım şey, başyapıt dedikleri şey. Eskiden bir araçta ustalaştığınızda, usta bir ressam olduğunuzda mesela, başyapıtınızı yapardınız. Bu, eski moda bir şey tabi. Ben sonunda bu işte ustalaştım ve bir başyapıt yapacağım… Umarım… Eğer bitirebilirsem!” (1)

 

 

 

 

Yukarıdaki sözlerin sahibi Richard Williams, canlandırma dünyasının en enteresan figürlerinden biri şüphesiz. Yaşı yetenler, onu Roger Rabbit’te yarattığı olağanüstü dünyadan hatırlayacaktır. Mesleğin içinde olanlar, kütüphanelerinin en önemli kitaplarından Animator’s Survival Kit’in yazarı olarak tanırlar. Peter Sellers’ın Pembe Panter filmleri için yaptığı giriş animasyonları, o filmlerle beraber klasikleşmiş sayılabilir. Williams, bugüne kadar kazanmış olduğu üç Oscar heykelciğiyle Leonardo Di Caprio’ya bile parmak ısırttırabilir. Ama beni en çok etkileyen işini, bunları bildikten yıllar sonra keşfetmiştim.

(*) “Animation is not about timing and spacing. It’s about shapes…”

DMA-Animation stüdyosunda, ilk işimde çalışıyordum. Çok sonradan Blue Sky Studios’ta işe girecek ve Rio, Ice Age, Snoopy gibi birçok uzun metraj animasyonda görev alacak Bryan Cox adında bir yönetmenim vardı. Okulu bir kenara koyarsam, animasyonu Bryan’dan öğrendim diyebilirim. Bir gün, iş çıkışı oturduğumuz barda ona “animasyonda zamanlama ve aralama çok önemli abi ya…” mealinde bir şeyler zırvalarken birden sözümü kesti. Sanırım o ana kadar maruz kaldığı laf kalabalığımın içinde ilgisini çeken bir şey duymuş ve boş bakan gözleri canlanmıştı: (*) “Animasyonun olayı zamanlama ve aralama değil dostum, animasyonun olayı şekillerdir…” deyiverdi. Ne bugüne kadar okulda öğrendiklerime, ne de meslekte sürekli tekrarlanan prensiplere uyuyordu bu dediği. Evet, canlandırmanın özünde matematiksel hesaplardan öte bir ruh hali vardı. Buna sonraları çok dikkat ettim. Her filmde o şekilleri aradım. Şekiller, animasyon yönetmenlerini birbirinden ayırmamda belirleyici bir etken haline geldi. “Sen The Thief and the Cobbler’ı biliyor musun?” diye devam etti Bryan. “Hayır” dedim. “Richard Williams’ın başyapıtı. Ama yapım şirketleri sonunda filmi onun elinden aldığı için hiçbir zaman tam olarak bitiremedi…”

Bryan anlattıkça, ben farkında olmadan yeni bir efsanenin içine düşüyordum. Bu biraz da aşık olmak gibi. Sık veya nadiren yaşayabileceğiniz bir şey değil. Denk geldiğinizde keyifle sarılıyorsunuz ona. Bob Marley’in ünlü olmadan önceki, hiç yayınlanmamış amatör çekimlerini bulmak, Beatles’ın veya Aşık Veysel’in ses kayıtlarını dinlemek gibi. Bryan’ın bahsettiği, filmin o kaçak stüdyo kopyasını bulup seyretmem gerekiyordu. Evet, film bir şekilde vizyona da girmişti; ama o haline bakmaya tenezzül bile etmemeliydim kesinlikle…

The Golden City (Altın Şehir)

The Golden City (Altın Şehir)

Kalem ve Kağıt

Filmi -yanılmıyorsam- ilk olarak 2006’da seyrettim. Williams’ın hayranlarından biri olan sanatçı Garret Gilchrist, o güne kadar bulabildiği tüm taslak materyalleri de toplayarak, kendince, filmi yönetmenin vizyonuna en yakın haline sokacağı bir restorasyon işine girişmişti. Gilchrist, The Thief and The Cobbler: Recobbled Cut adlı bu restorasyonu 2006, 2008 ve 2013 senelerinde üç kere yeniledi. Bu süreçte kendisine bağışlanan orijinal materyaller, farklı ülkelerde vizyona giren versiyonlardan kestiği sahneler ve hatta bazı orijinal sekansların bulunup tekrar fotoğraflanmasıyla zenginleşen filmi HD olarak yayımladı. Yazıyı yazmadan önce restorasyonun son halini seyrettim. 2006’daki kopyadan çok ileride, harika bir kaliteye kavuşmuş, izlenebilirliği oldukça artmış. Son olarak, Richard Williams’ın kendi bir araya koyduğu The Thief and The Cobbler: A Moment in Time adlı bir versiyonun, 22-27 Eylül 2016’da New York MoMA’da özel bir gösterimi yapıldı. Maalesef bu kopya internette bulunmuyor, benim de henüz seyretme şansım olmadı.

The Thief and the Cobbler bugüne kadar seyrettiğim hiçbir çizgi filme benzemiyor. Simsiyah ekranın ortasında duran küçücük beyaz bir nokta eşliğinde anlatıcı hikayeye başlıyor. Ekrana yaklaşması çok uzun süren bu görsel seyircide Big-Bang türü bir varoluş hissi uyandırıyor ve hikayenin evrenini tanımlıyor. Yaklaşan kürenin içinde hikayenin geçeceği, harikulade bir detaycılık ve zerafetle tasarlanmış Golden City’yi (Altın Şehir) görüyoruz. Bu komplike çizim birden dönmeye başlıyor ve ilk sahnenin içine düşüyoruz.

T.T.A.T.C.

T.T.A.T.C.

2,5 boyutlu olarak tanımladıkları tasarımlar bugüne kadar pek rastlamadığımız cinsten. Film, perspektifi canının istediği gibi kırıyor, sentezliyor veya yok ediyor. Bazen de, çizgi film tarihinde pek cesaret edilmemiş karmaşıklıkta ve netlikte bir perspektif kullanımıyla seyirciyi ters köşeye yatırıyor. Williams ve çizerler, bilgisayar yardımı olmadan perspektifle çocuk oyuncağı gibi oynuyor, fizik kurallarına ve seyircinin algısına açıkça meydan okuyorlar. Nakış gibi işledikleri tasarımlar arka fonların her birini birer tablo haline getiriyor; sahneler hızla akarken adeta durdurup hepsine bakmak, her detayı görmek istiyorsunuz. El çizimi özel efektlerdeki (dumanlar, ateşler, su animasyonları vb.) doluluk ve stilizasyon nefes kesiyor. Nadiren öne çıkan ışık kullanımındaki sadelik, tasarımlardaki yoğun detayı gerektiği ölçüde dengeliyor sadece. Bütün bu detay ve renk cümbüşü içinde karakter animasyonları o kadar net okunuyor ki, sadece bu problemi çözmek bile uzun süreler almış olmalı. Sahneler, sıfır perspektif ve tam perspektif, çok karmaşık tasarımlar ve çok sade tasarımlar, çok renkli paletler ve dikromatik paletler, gerçekçi anatomiler ve sürreel anatomilere sahip karakter tasarımları arasında sürekli gidip geliyor. Seyirci ise, bir filmde birkaç kısa film seyretmişçesine tasarıma ve yaratıcılığa doyuyor. Film, bu ve benzeri başka özellikleriyle sanat tarihi derslerinde okutulmayı hak eden bir seviyeye yükseliyor. Seyrederken Escher’i, Picasso’yu, Matisse’i, Doğu’nun usta minyatür sanatçılarını ve daha nicelerini düşünüyorsunuz.

T.T.A.T.C.

T.T.A.T.C.

Mükemmellik Serüveni

(Quest for Excellence) (1)

Kanada doğumlu olan Richard (Dick) Williams 1955 senesinde bir çizgi film yapmak için İngiltere’ye gider; sonrasında oraya yerleşir ve bir stüdyo kurar: Richard Williams Animation Productions Ltd. Kendi projelerini hayata geçirmek için reklam ve film jeneriği animasyonları yaparak bütçe çıkarmaya çalışır. Bu arada, Idries Shah adlı bir yazarın derlediği Mulla Nasrudin (Nasrettin Hoca) kitap serisinin illüstrasyonlarını yapmaya başlar. Tek temalı, komik ve öğretici bu kısa hikayeler onu giderek cezbeder ve bunlardan bir uzun metraj film çıkarmayı aklına koyar.

Mulla Nasrudin (Nasrettin Hoca)

Mulla Nasrudin (Nasrettin Hoca)

Dick, bir yandan hikaye için yazarlarla çalışmaya ve bir yandan da karakterleri tasarlamaya koyulur. Hırsız, bu aşamada sadece çeşitli objeler çalan bir yan karakter konumundadır. Bu arada Idries Shah’ın kardeşi olan Omar Ali Shah, filmin yapımcılığını üstlenmiştir. Dick, kurulduğu günden beri Warner Bros. Animation’da çalışmış olan usta çizgi filmci Ken Harris’i de bünyesine katar. Animasyonun altın çağı olarak adlandırılan dönemde yetişmiş olan Harris departmanın başına geçer. Dev kadro bunlarla sınırlı kalmaz: Dick, daha önce 2001 A Space Odyssey’in animasyonlarını yapmış olan Roy Nesbitt’e filmin layoutlarını teslim eder. Betty Boop’un yaratıcısı Grim Natwick ve Goofy’nin yaratıcısı Art Babbitt de bir noktada projeye dahil olur. Filmdeki kötü karakter olan vezir ZigZag’i seslendirmesi için ise Vincent Price’la çalışılır. Önceleri kendi finansmanıyla dönen filmin yapımı 1964 senesinde başlar.

Ken Harris - Grim Natwick - Art Babbit - Richard Purdom - Richard Williams

Ken Harris – Grim Natwick – Art Babbit – Richard Purdom – Richard Williams

Idries Shah, Dick’le filmin haklarından %50 pay almak şartıyla anlaşmıştır. Stüdyo, reklam işlerinden kazandığıyla filmi finanse etmeye girişir ve bir süre sonra ekonomik yükü kaldıramaz hale gelir. Omar’ın tuttuğu muhasebe kayıtlarında problemler vardır. Dick onun stüdyodan para çaldığını söyleyerek Shah ailesiyle yollarını ayırır. Bunun üzerine, o sıralar Paramount’la yapmakta oldukları görüşmeler de kesiliverir. Stüdyo 1971’de Chuck Jones için A Christmas Carrol’u canlandırır. Bu filmle bir Oscar kazanan Williams’ın adı duyulmaya, yatırımcıların da ilgisini çekmeye başlar. Yine de bunların hiçbiri Dick’i heyecanlandırmaz; eline geçebilecek her türlü para, ün ve bağlantıyı kendi filmi için kullanmaktan başka bir şey düşünmemektedir. Her mükemmeliyetçi sanatçının başına gelebileceği gibi, film onda bir saplantıya dönüşür. 1972 senesine kadar stüdyonun elinde 3 saatlik Nasrettin animasyonu birikmiştir. Dick elindeki materyali hikaye yazarı Howard Blake’e gösterir. Blake animasyonlara bayılır ama iş hala bir konu bütünlüğünden ve uzun metraj bir filmi taşıyabilecek hikaye çatısından yoksundur. Nasrettin ve birçok karakterin haklarına sahip olan Shah ailesi, stüdyoyla yollarını ayırırken o ana kadar yapılmış olan tüm işlere de el koyar. Dick’e sadece yan karakter olan Hırsız’ın haklarını bırakırlar.

Ken Harris

Ken Harris

“Oh well… Back to the drawing board!” (1)

-Ken Harris

Sıfırdan başlayan proje, Blake’in yeni kurgusuyla yeni bir ana karaktere kavuşur: The Cobbler (Kunduracı). Hırsız, hikayenin ikinci ana karakteri haline gelir. Film, The Thief and the Cobbler adını alır; Binbir Gece Masalları’ndan esinlenen destansı bir hikaye olacaktır. 1978’de Mohammed bin Faisal Al Saud adlı bir Suudi Arabistan prensi, 10 dakikalık bir test sekansı için stüdyoya 100.000$ ödemeyi kabul eder. Sekansın yapımı verilen süreyi iki kere aşar ve finalde 250.000$ tutar. Prens işi beğenmesine rağmen gecikme ve masraflardan dolayı yapımdan çekilir. Bu sekans, şüphesiz filmin ve çizgi film tarihinin en görkemli sekanslarından biridir.

War Machine (Savaş Makinesi)

War Machine (Savaş Makinesi)

Proje için bütçe arayışı 1980’lerde de devam eder. Bitmiş sahneleri görüp hayran olan Steven Spielberg, o sıralar Robert Zemeckis’in çekeceği Who Framed Roger Rabbit isimli başka bir film için Richard Williams’ı önerir. Dick projeyi istenen tarihte ve bütçede bitirmeyi taahhüt eder. Karşılığında da kendi filminin finanse edilmesi ve dağıtımı için sözler alır. 1988’de vizyona giren Roger Rabbit büyük başarı elde eder ve Williams’a 2 Oscar daha kazandırır. Film, dönemin özel efektlerine yepyeni bir standart getirmiştir; Williams’ın da böylesine büyük bir yapımı sırtlayıp zamanında bitireceğini kanıtlamıştır. Ne var ki Disney ve Spielberg tarafından verilen sözler tutulmaz ve Disney kendi filmlerine yoğunlaşırken Spielberg de Londra’da Williams’a rakip bir animasyon stüdyosu kurar.

Who Framed Roger Rabbit

Roger Rabbit’in başarısı üzerine Warner Bros., The Thief and the Cobbler için 1989’da Williams’la bir anlaşma imzalar. Yapımın beklenen sürede ve bütçede biteceğinden emin olmak isteyen WB, garantör bir firmayı da bu anlaşmaya dahil eder. Film, bitmesi beklenen tarih 1991’de 85 dakikanın üstüne çıkmıştır ama hala hikayeyi bağlayacak 10-15 dakikadan yoksundur. Yatırımcılar stüdyodan bir sunum yapmasını isterler ve o güne kadar storyboard yapmaya hiç yanaşmamış olan Dick, kalan sahneleri 2 hafta içinde çizdiği storyboard kareleriyle tamamlar. Ortaya çıkan kopya, bitmiş sahneler, henüz renklendirilmemiş sahneler, storyboard kareleri ve altında Rimsky-Korsakov’un senfonik süiti Scheherazade’dan parçalar içeren bir taslaktır. (Bu taslak sonraları yapılacak restorasyonların da temeli olacaktır.) 13 Mayıs 1992’de taslağı izleyen yapımcılar gösterimden memnun ayrılmaz. O sıralar bir yandan, Disney’de Aladdin adında, The Thief and the Cobbler’a şaşırtıcı benzerlikler taşıyan bir film yapılmakta olduğu söylentisi yayılır. Warner Bros. yapımdan çekilir ve garantör firma filmin yapımına el koyar…

The Golden City (Altın Şehir)

The Golden City (Altın Şehir)

Aslında hikaye Dick için ve bizim gibi “acaba nasıl olurdu?”cular için burada bitiyor. İş artık Williams’ın elinden tamamen çıkıyor. Ölü doğan bir bebek, tamamlanamayan bir şaheser, bir şehir efsanesine dönüşüyor. Film, bugüne kadar gördüğü zulüm yetmezmiş gibi, garantör firma tarafından yapımcı Fred Calvert’e teslim ediliyor. Yüksek kalite sinema animasyonuna uzak, televizyon için üretilmiş ucuz animasyon geleneğinden gelen Calvert hikayeyi en hızlı ve en ucuz şekilde bitirmeye yöneliyor. Kalan sahneler Kore’de televizyona iş yapan animatörler, Los Angeles bazlı freelanceler, Tayvan’lı stüdyolar vb. dağınık bir ağ tarafından tamamlanıyor. Hikaye bütünlüğünü kurmak ve gişeye daha çok hitap edebilmek için daha önce yapılmış dakikalarca orijinal sahne filmden çıkarılıyor, yerlerine yeni sahneler yazılıyor. Hikayede hiç olmayan şarkılar ve dans sekansları ekleniyor ve film Disneyleştiriliyor. Orijinalinde tamamen sessiz karakterler olarak tasarlanan Kunduracı ve Hırsız’ın altlarına (seyircinin daha sempatik bulması için) film boyunca konuşan iç sesler ekleniyor. Calvert’in 18 ayda tamamladığı versiyon 23 Eylül 1993’te, Avustralya ve Güney Afrika’da The Princess and the Cobbler adıyla vizyona giriyor. 1994’te bir Disney teşebbüsü olan Miramax filmin Kuzey Amerika yayın haklarını alıyor. (Bugünlerde adı taciz ve tecavüz skandallarıyla anılan) yapımcı Harvey Weinstein, filmi tekrar bir kurgudan geçirip daha fazla orijinal sahneyi kesiyor ve yeni seslendirmeler ekliyor. Calvert ve Weinstein’in düzenlemeleri sayesinde, yıllar süren bir aşk, ustalık ve emekle, animasyon tarihinin devleri tarafından canlandırılmış sahneler hallaç pamuğu gibi atılıyor ve yerlerine ucuz, kalitesi orijinal işçiliğin yanına bile yaklaşamayacak animasyonlar dolduruluyor. Sessiz olması gereken karakterlere eklenen iç sesler yorucu, yaptıkları espriler antipatik, eklenen şarkılar da izleyenler tarafından ruhsuz bulunuyor. Amerika’da, Arabian Knight adıyla 25 Ağustos 1995’te sessiz sedasız vizyona giren bu versiyon Miramax’a (25 milyon dolar toplam bütçesine karşılık) 319,723$ hasılat getiriyor. Film, hasılat rekorları kırmıyor; ama toplamda 31 sene süren yapım süresiyle Guinness rekorlar kitabında yerini alıyor. 1964’te başlayan macera bu gösterimle son buluyor…

War Machine (Savaş Makinesi)

War Machine (Savaş Makinesi)

 Yarım Başyapıt

“Özellikle Hırsız’ı çok dikkatli izle, akıl almaz şekillere giriyor!” demişti Bryan. Film de aynen böyle başlıyor. Çözmekte zorlandığınız, eski Mısır resimlerini andıran bir perspektif ve Safevî Devleti dönemi minyatürlerden esinlenilmiş tasarımlar üstünde Hırsız bizi karşılıyor. Saray duvarlarındaki desenler, halılar, zeminler ve genel mimari baş döndürücü bir işçiliği yansıtıyor. İlk sahnede Dadı’dan yediği dayak sırasında, Hırsız’ın herhangi bir anatomik mantığa bağlı kalmaksızın aldığı biçimler seyircide benzersiz bir keyif ve duygu uyandırıyor. Animasyonlar en iyi tabirle su gibi akıyor. Dick, bu akıcılık için filmin her sahnesini saniyede 24 kare canlandırmaya özen gösteriyor. Hırsız’ı görür görmez, onun bir sessiz film karakteri olduğunu fark ediyorsunuz. Kunduracı da Hırsız da film boyunca diyalogları olmayan, Charlie Chaplin ve Buster Keaton gibi sessiz sinema devlerinin yeniden vücut bulmuş hallerini oynuyorlar. Özellikle Hırsız, çok ince düşünülmüş parodiler eşliğinde, formun ve yerçekiminin tüm lezzetlerini bize sunuyor. Çizgi film sanatı, doğası gereği tiyatronun ve sessiz sinemanın tekniklerinden faydalanmıştır. Burada durum faydalanmanın ötesinde sessiz sinemanın bire bir icrasına dönüşüyor. Hırsız giderek devleşiyor ve asıl ana karakter olması gereken Tack (Kunduracı) film boyunca onun gölgesinden kurtulamıyor.

T.T.A.T.C.

T.T.A.T.C.

Çok net olmasa da, hikayede cinsel ögelerin kullanımında bir özgürlük var: Altın Şehir’in hedonist kralı King Nod’un çadır içinde duran cariyesi onun yanından hiç eksik olmuyor; kral da cariyeyi hiç ilgisiz bırakmıyor. Hikayenin evreninin, kötü karakter olan King Mighty One-Eye tarafında ise bir sado-mazoşist cariyeler grubu bulunuyor. Bu cariyeler şekilden şekile girerek gerektiğinde kötü kralın tahtına veya başka bir şeye dönüşüyorlar. Evrenin kötü tarafı ve One-Eye ordusunun modası bariz biçimde bir Nazi estetiği taşıyor. İyi ve kötü dünyalar arasında yaratılan zıtlık, renk paletlerinde ve tasarımlarında olduğu kadar bu dünyaların işleyişinde de belirgin: Kötü taraf tamamen modernist/pozitivist bir tablo çizerken iyi taraf daha batıl/ruhani yasalarla yönetiliyor.

T.T.A.T.C.

T.T.A.T.C.

Seyrederken Sylvain Chomet, Pink Floyd, René Laloux da bu filmden etkilendiler mi acaba diye düşünüyorum. Escher-vari mekanlarda geçen bir kovalamaca sahnesinde kaybolmuşken, Hırsız’ın (sanki) Hezârfen Ahmed Çelebi’yi canlandırdığı bir sahnede buluyorum kendimi. Tam da iki zıt dünyanın estetiğine alışmak üzereyken, bu dünyaların ortasında kalan çöl önüme seriliyor ve oranın karakterlerine, dünyasına hoşgeliyorum. Filmde bir çok öge, tutarsızlık sınırını zorlayacak biçimde değişkenlik gösteriyor.

Richard Williams - Ken Harris

Richard Williams – Ken Harris

RICHARD WILLAMS ANIMATION PRODUCTIONS LTD.

“Sanırım paramı hiçbir zaman alamayacağım…” (1)

-Ken Harris

Dick, kişilik itibariyle zoru seçen ve sık fikir değiştiren bir yapıya sahiptir. Yıllar içinde üretilen dakikalarca, belki saatlerce uzunluğunda animasyonu gözünü kırpmadan eleyebilmiştir. Başta 15 saniye sürmesi planlanan harikulade bir “yaralı haberci” sahnesi, çok beğenildiği için 1 dakikanın üzerine uzatılmıştır. Kendisiyle çalışanlar (Walt Disney’e benzer şekilde) onu hayranlıkla karışık bir yılgınlıkla anlatır. Film Miramax tarafından en sonunda vizyona girdiğinde, baş animatör Ken Harris dahil, yapımda çalışan orijinal sanatçıların büyük bir bölümü artık hayatta değildir. Proje, Kenneth Williams, Sir Anthony Quayle, Vincent Price ve Stanley Baxter’ın ise dahil olduğu son uzun metrajdır.

Tahsin Özgür - Şahin Ersöz (Berlin)

Tahsin Özgür – Şahin Ersöz (Berlin)

Dick yapım süresince birçok genç animatörle çalışır. Onları eğitmesi için Disney’in usta animatörü Art Babbitt’i stüdyo bünyesine katar. Böylece animatörler gündüzleri çizim yapıp akşamları Babbitt’in derslerine katıldıkları ağır bir tempoya girer. Williams, karısı Kathy ile arası bozulacak kadar işine odaklanmıştır. Karısından ayrıldıktan sonra birlikte olmaya başladığı Margret’e filmin senaryosunu baştan, kafiyelerle yazdırmaya başlar. Duruma anlam veremeyen Howard Blake’le yolları bu noktada ayrılır. Williams, yapımın başlamasından 10 sene geçmesine rağmen hala hikayede değişiklikler yapmaktadır. Yanında çalışanları da giderek daha ağır şartlara zorlamaya başlamıştır. Bir ego tribi yaşadığını kendisi de farkındadır (1). Ancak Ken Harris ve Art Babbitt gibi ustalar onun yanındadır. Williams’ın çizgi film sanatını kurtarmakta olduğuna ve bu sanatın kat edecek daha çok yolu olduğuna inanmaktadırlar. Yapımda, usta Türk canlandırmacılar Tahsin Özgür ve Şahin Ersöz de bir dönem çalışır. Proje, 1990’lara gelene kadar artık sektörde bir mit halini almıştır. Stüdyodan gelip geçen animatörlerin çoğu sonraları başka stüdyolarda iş bulmuş, bir kısmı da Disney’in çektiği Aladdin’de çalışmaya başlamıştır. Bu sanatçılar Dick’in stüdyosunda yıllar boyu aldıkları eğitimleri ve fikirleri ister istemez Disney’e taşırlar. Böylece Aladdin’in başarısı, Williams’ın bir türlü bitiremediği başyapıtının fikirleriyle bezenmiş olur.

ZigZag

ZigZag

The End

Filmin seyredilmeye değer, restore edilmiş olan kopyası her izleyici için olmayabilir. Eksik sekanslar ve renklendirmeler genel izleyiciyi filmden kopartabilir. Ancak konunun meraklıları ve mesleğin içinde olanlar için buruk bir ziyafet olduğunu söyleyebilirim. Aladdin’in, gerek sinematografi, gerek senaryo, gerek karakter tasarımı temelinde The Thief And The Cobbler’dan aldığı fikirler herkesi şaşırtmaya yetecek kadar bariz ve çok. Daha çok ZigZag’in repliklerinde kalmış olan kafiyeli diyaloglar alakasız ve takip etmesi zor bir hal alıyor. Her bir bölümün ihtişamına karşılık, hikayenin bütününün sağlam bir çerçeve ve katmanlardan yoksun olması, filmin ölü doğduğunun en acı kanıtı olarak yüzümüze çarpıyor. Bu kopukluk, her bir sahnede kendimizi kaybetmek kaçınılmaz olsa da, filmin bütününden bir etki almamızı zor hale getiriyor. Yapımın 31 yıla yayılması yüzünden (değişen zamanlar, çizerler vb. etkenler) filmdeki tasarımlar ve konular kaçınılmaz olarak bir kopukluk gösteriyor. Hikayeyi hiçbir zaman baştan sona kurgulamamış olan, storyboard çizimlerine elini sürmeyen ve sürekli fikir değiştiren Williams, mimarı olduğu bir binanın yıkımından da sorumlu mühendisini andırıyor.

Hırsız’la başlayan film, yine Hırsız’ın filmin şeridini çalmasıyla bitiyor. Siyah evrendeki beyaz noktaya açılan perde, beyaz evrendeki siyah bir noktaya kapanıyor…

Röportaj: Tahsin Özgür

Bu filmde Williams’la birlikte çalışmış olan, Türkiye’nin usta çizgi filmcilerinden Tahsin Özgür’le konuştum ve deneyimlerini ilk ağızdan paylaşmak istedim.

Sharon Smith (Asistan) - Tahsin Özgür - Mark Williams (Ara Resimci)

Sharon Smith (Asistan) – Tahsin Özgür – Mark Williams (Ara Resimci)

-Tahsin hoca, öncelikle yazıda düzeltmek veya ona eklemek istediğiniz bir bölüm var mı?

T.Ö.: Önce Bryan Cox’un “Animasyonun olayı zamanlama ve aralama değil, animasyonun olayı şekillerdir…” şeklindeki beyanına çok şaşırdım; canlandırma sanatını diğer görsel sanatlardan ayıran şey zaman unsuru. Bu zamanın kullanımı, hızlanmalar yavaşlamalar, bir görüntüyü görmeniz için bırakılan sürenin seçimi, o süratte figür ve nesnenin alacağı şekil animatörün en önemli kararlarıdır ve bütün profesyonellerin artık kabul ettiği 12 prensipten (“12 principles”) biridir. Hatta “slow-in & slow-out” ile birlikte ikisidir diyebiliriz.

“Hırsız ve Kunduracı”’nın evrimi konusunda bazı eksik detayları sizden öğrenmiş oldum, teşekkürler. Filmin temelinin Nasreddin Hoca olduğunu biliyordum ve bu halk karakteri üzerine herhangi birisinin nasıl telif hakkı iddia edebileceğine şaşırmıştım. Sinirli anlarında Williams bir “Arap Prens”’ten dem vurur, gerisini getirmezdi (ben de sormazdım), hatta yatırımcılar hakkında “Yahudiler hiç değilse adama yaşayacak para bırakıyorlar, Araplar her şeyini alıyorlar” şeklinde etnik bir genelleme yapmıştı. (Tam kelimeleri hatırlamıyorum tabii!) Bazı acı tecrübeler yaşamış olduğu anlaşılıyordu.

-Filmde ne zaman çalıştınız? Stüdyoyu ve ortamı özetlemenizi istesem, kısaca nasıl tanımlardınız?

T.Ö.: 1990 Eylül’ünde evlendim, Bodrum’da birkaç gün tatil yaptık ve Ekim’de Londra’daydık, çalışmaya başlamıştım. 1991 Haziran ayında ayrıldım. Doğal olarak stüdyoda yaratıcı, azimli, genç insanların verdiği olumlu elektrik vardı. Yaşça çok da genç olmayan yaratıcı ve çilekeş layoutçu Roy Nesbitt de birçoğundan daha fazla gençlik ve neşe neşrediyordu. Ama doğrusunu söylemek gerekirse prodüksyonun görünüşteki hedefsizliği ve Williams’ın kendi stresini aksettirmesi ortama belirgin bir kasvet de veriyordu.

-Yapımın başarısızlığa uğramasının sebebi olarak bir çok mazeret ileri sürülebilir. Sizce bunda en önemli etken neydi?

T.Ö.: Önce yazınızda da belirttiğiniz gibi senaryosuz, storyboard’suz, “vahiy yoluyla” yapılan bir prodüksyonun düze çıkması zaten zordu. Williams’ın müşkültpesentliği mantık sınırlarını zorluyordu. Küçük renk farkları için sahnelerin tekrar tekrar ve bir daha tekrar çekildiğini hatırlıyorum. Önce “ben tersini söylesem de siz çift kare yapın, yoksa bitmeyecek” diyor, sonra da “ama tek kare ne kadar daha güzel olur” diyerek araları doldurtuyordu. Ağır çekim at koşusu sahneme bile araresim çizdirdi. “Ölen haberci” karakterinin sürüne sürüne ilerlediği sahneyi, emre uyarak, çift kare çizmiş, istediği “Kurosawa’nın Ran filmindeki gibi” sert rüzgâr efekti için yeleyi, koşumları ayrı tabakada tek kare yapmıştım. Sonra “keşke hepsini tek kare yapsaydın” deyince artık geri dönmek için çok geç kalmıştık.

Ölen Haberci

Ölen Haberci

En önemli etkenlerden biri, çalışanları yıldırmasıydı. Ücretsiz fazla mesai mecburiyeti konmuştu. Mesela ben Ekim 1990’da çalışmaya başlamak üzere kontrat imzalamıştım, Eylül’de evlendikten hemen sonra aldığım bir yazı ile haftada 56 saat çalışmak durumunda olduğum konusunda bilgilendirildim. Fazla mesai ücreti de olmayacaktı! Haftada yedi gün çalışma mecburiyetiyle yabancı bir ülkeye yeni eşimi götürüyorum! (Hafta sonlarını kurtarmak için fazla saatleri hafta içine yaydım, evden işe gidiş geliş de aktarmalarla birer buçuk saat sürdüğü için neticede uykumdan feragat etmem gerekti!) Ne yöne gittiği, ne anlattığı belli olmayan bir film için zorla ücretsiz fazla mesai yaptırmak, haftada bir “bu hafta ne kadar ürettiniz” konulu bir toplantıyla hem vakit harcamak, hem deli gibi çalışan insanları azarlamak, çalışırken kulaklıktan müzik dinlemeyi bile çok görmek neticede itaatsizliğe yol açtı. Panolarla ayrılmış masaların mahremiyetinden yararlanarak kaytarmalar başladı, bazısı tuvalete gitmek bahanesiyle dışarı dolaşmaya çıkıyordu. Şahin fazla mesai zorlamasını yoksaydı, sekiz saatin sonunda çıkıyordu. Çok da hızlı üretiyordu. Williams hem bu başkaldırıya kızıyor, hem de Şahin’in sahnelerine kusur bulamıyordu. Ama sonuçta Şahin orada benden uzun çalıştı!

Anladığım kadarıyla Richard Williams İdris Şah’la çalıştığı sıralarda sufizmle ilgilenmiş, Nasreddin’i de bir sufi mistik olarak tanıyor. İdris Şah’la araları bozulunca sufizmle filan da bir ilgisi kalmamış. Elinde metrelerce canlandırma varken ne paylaşılacak bir inanç ya da felsefe, ne de anlatılacak konu kalmış. Onun için Williams en iyi yaptığı şeye, Pembe Panter tarzı pantomim esprilere geri dönmüş. Espri espriyi kovalıyor, ama konuyu ilerletecek yeni sahneler düşünmeye vakit ayrılmıyordu- çünkü Williams anlatacak bir şey bulamıyordu. Neticede filmin ana konusu, Richard Williams’ın ne kadar yaratıcı, hayâl gücünün ne kadar geniş olduğundan ibaret kalıyor.

-Filmde hangi karakterleri / hangi sahneleri canlandırdınız?

T.Ö.: Ölen haberci ve atının bütün canlandırmaları, ama aynı sahnelerde yer alan diğer karakterler değil.

Ölen Haberci

Ölen Haberci

-Sizin çalıştığınız sürece hikayede, senaryoda veya storyboard çizimlerinde bir eksikliğin farkında mıydınız? Belgesele göre animatörler hiçbir zaman ne tam bir hikaye ne de bitmiş bir storyboard görmüşler. Söylenenler doğruysa, böyle usta bir kadro bu durumu sorguluyor muydu?

T.Ö.: Farkındaydık tabii, ve aramızda konuşuyorduk, fakat daha sesli dillendirmek mümkün değildi. Yönetmenin aynı zamanda hem stüdyo sahibi hem de patron olduğu bir durum. (Bütün otoritenin tek elde toplanmasının tehlikelerini hepimiz biliyoruz, değil mi?) Bu “usta kadro”’nun bir çoğu halâ kendini kanıtlama sürecinde, ünlü Richard Williams’ın efsane filminde çalışma şansı elde ettiği için çok sevinçli ve gururlu gençlerdi. Filmin bu gidişle bitmeyeceğini farkettiğimiz zaman bile bu “bitmeyen efsanenin parçası olmak” fikri de yetiyordu.

-Sizce Williams filmi istediği biçimde bitirebilseydi aradığı üstün başarıyı bulabilecek miydi? Bu kadar uzun zamana yayılmış bir iş sizce amacına ulaşabilir mi?

T.Ö.: Hayır, ben bunu pek mümkün görmüyorum, bana kalırsa filmi nasıl bitirmek istediğini zaten kendi de bilmiyordu. Film garnitürlerle uzuyordu, ana yemekle değil, ve ağır tempo insanı uyuşturuyor. (Hani var ya, “timing”!) Richard Williams’ın tercih ettiği zamanlamanın da ağırca ve hatta zaman zaman yeknesak olması da yardımcı bir etken değil. Bir gün hayatının tecrübeleri, yaşla gelen olgunluk ona birşeyler anlatma dürtüsü verirse, o da bu filmini araç olarak kullanmaya niyet ederse zaten yaptıklarının çoğunu çöpe atıp yer açması gerekecektir.

-Filmin içerdiği cinsel ve şiddet ögelerinin, geçen yıllar içinde iyice sterilleşen bir çizgi film endüstrisinde yeri ne olabilirdi? 1970’lerde vizyona girse göze batmayacak bir çok sahne, 1990’lara gelindiğinde çocuklar için sakıncalı sayılmaya başlanmıştır diye düşünüyorum. Katılıyor musunuz?

T.Ö.: Bana göre de tam dediğiniz yıllarda, 1990’larda uzun metraj canlandırmada cinsellik ve şiddet daha rahat sergilenir oldu. İlk gerçek Disney öpüşmesini Alaaddin’de (1992) gördük, Aslan Kral’da (1994) Nala Simba’nın yanağını öyle bir yalıyor, sonra da göz süzüyor ki anlamı kimsenin gözünden kaçmaz. Aslanlar (Simba dahil) açıkça avlanarak, başka hayvanları yiyerek besleniyor. Simba tanımasaydı Nala Pumba’yı yemiş bitirmişti! (“HE’S GONNA EAT ME!”) Sonra Coraline’ler, Frankenweenie’ler, ParaNorman’lar çıktı piyasaya o zamanlardan beri. Kaldı ki Hırsız ve Kunduracı’yı hiçbir çocuk seyretmez, o bakımdan sıkıntı yok! Espriler büyüklere göre, sakin, alttan alan tarzdan. Uyuklayan sultanın repliklerine kendisi uyuyakalmadan gülecek büyüklerin de sayısı çok fazla değildir.

-Filmle ilgili bir çok gönderme ve esin kaynağı ilgili kaynaklarda sıralanmış. Ancak One-Eye ordusunun dünyasındaki Nazi estetiği hakkında bir bilgiye rastlamadım. Buna katılıyor musunuz, böyle bir esinlenme var mıydı?

T.Ö.: Bunun bahsi geçtiğini hatırlamıyorum, ama büyük ihtimalle çok aşikâr bir seçim olduğu için hiçkimse lâfını etmeye değer bulmamıştır. Prototip karizmatik militaristik kötü imajı işte, Darth Vader ve Galaktik İmparatorluk gibi.

-Son olarak filmle veya Richard Williams’la ilgi söylemek istediğiniz bir şey var mı?

T.Ö.: Richard Williams’la çalışmaktan edindiğim intiba, hiçkimsenin kendi becerilerinin, öz yeteneklerinin ötesine gitmemesi gerektiğidir. Çok iyi bir konser piyanisti iyi bir besteci olamayabilir, harika bir balerin iyi bir koreograf olmayabilir. (Ben de canlandırmanın üstüne çıkacak bir beceriyi kendimde görmüyorum meselâ!) Bir buçuk saatlik bir filmden tek bir kareye kadar çok geniş bir yelpazede çalışma gerektiren canlandırma sanatında işin her yönünün ustası olmayı iddia etmek pek akıllıca değil. Animatörlükten sekans yönetmenliği noktasına kadar çok başarılı olup onun ötesinde sendelemeye başlayan Don Bluth gibi Richard Williams da tam bir filmi teslim edecek bir sanatçı değilmiş- detaylara takılması, ancak detayların ustası olduğunun itirafıdır zaten. Fikirde ve anlatımda orijinallik arayan kısa film, jenerik ve reklâm konusunda başarıları ödüllendirilen Williams uzun metrajda ancak başka bir yönetmenle başarılı olabiliyor. (Roger Rabbit’te Robert Zemeckis’in yönetimiyle meselâ!) İlk Oscar’ını aldığı A Christmas Carol ise uzun metraj değildi (28 dakika), Dickens’in aynı adlı hikâyesine dayandığı için de başı, sonu, mesajı belliydi. Bir diğer uzun metrajı var, Raggedy Ann & Andy (1977); yine animasyonu çok zengin, ama takip etmesi zor, hatta yorucu bir film. O da vaktinde bitirilememişti, ama sadece üç ay gecikmeyle seyirci karşısına çıkmış, fazla ilgi çekememişti.

-Zaman ayırıp soruları cevapladığınız için çok teşekkür ederim…

T.Ö.: Rica ederim, ne demek!

(Türkiye’nin en tanınmış çizgi filmcilerinden olan Enis Tahsin Özgür (Tash), bugüne kadar Disney Paris, Don Bluth Animation Studios, Nelvana ve Richard Williams gibi sektörün önemli stüdyolarında çalışmıştır. Hercules, Tarzan, All Dogs Go to Heaven canlandırdığı önemli projelerden sadece birkaçıdır. Glen Keane, Richard Williams, Bill Speers, Ellen Woodbury, Ken Duncan ve sektörün başka önemli isimleriyle de çalışmış olan sanatçı artık emekliye ayrılmış, kendi projelerini canlandırmaya devam etmektedir.) (2)

 


 

Kaynaklar

  • Filmin Garret Gilchrist restorasyonu: “The Thief and the Cobbler: Recobbled Cut”

https://www.youtube.com/watch?v=yZibUpH-AME&index=1&list=PL18B0CA620B61D076

  •  [1] Film hakkında belgesel: “Persistence of Vision”

http://www.movieraven.pro/watch-persistence-of-vision-full-movie-online-free-v1-137845

Son Kıta

Yüksek kalite prodüksyonların bombardımanı altındayken çevrenizde neden az sayıda mutlu sanatçı olduğunu düşündüğünüz oluyor mu? Bir cümlede iki haksızlık ettim… Hem sanatçı mutlu olmanın bir yolunu bulur, hem de mevcut ekonomik düzenin mutsuzlaştırdığı kesimler sanatçıların çok ötesinde.

12. California Bağımsız Film Festivali’nde pek sevdiğim Richard Dreyfuss’u dinlemiştim. Konuşmasının çoğunu hatırlamıyorum ama lafa nasıl girdiği kelimesi kelimesine aklımda: “Ne istediğinize çok dikkat edin! Ben küçüklüğümden beri oyuncu olmak isterdim. Cary Grant’in filmleriyle büyüdüm; her sahnesini, her repliğini ezberlerdim. Sonunda gün gelip de tanınmış bir oyuncu olduğumda istediğimin bu olmadığını fark ettim. Ben aslında “O” dönemlerin oyuncusu olmak istiyordum…” Dreyfuss bu andan sonra film endüstrisinin ne kadar basmakalıp bir düzene girdiğinden, özel efektlerin hikayeyi öldürdüğünden falan bahsetti. Bu konuyla ilgili belgesel ve makaleler artık yeterince güncel ve çeşitli, uzatmaya gerek yok.

Festivalden birkaç sene önce NY’ta, butik bir animasyon stüdyosunda 3D generalist olarak çalışıyordum. Klasik animasyon yapan Jeremiah diye bir çocukla sohbet ederken, dijital öncesi özel efektlerle ilgili bir koleksiyonu olduğundan bahsetti. Sisler, aynalar, her türlü illüzyona hayran şöyle demişti: “Eskiden insanlar filme gidip de hiç görmedikleri bir sahne çıktığında, bunu nasıl yapmışlar acaba diye şaşırıp düşünürlerdi. Artık gördüğün her şeye dijital deyip geçiyorsun…” Gösteriden gizemi çıkarınca geriye pek bir şey kalmıyor. Sihirinin öldüğü bir mesleğe mi adım atıyordum acaba.

R.02

Bu olaydan da birkaç sene önce, yine Lance diye bir arkadaşımla tartışıyorduk. “2000 yılda müziği doruk noktasına taşıdık, artık 2000 sene boyunca bunu tekrar edebiliriz ancak” demişti. Konu hakkında sahip olduğumuz bilginin geyik muhabbeti düzeyinde olması bir yana, bugünün endüstrisine duyulan hissiyatın bir yansıması olarak hatırlamaya değer. Her sanatçıyı can evinden vurmuş 1-2 film, oyun, kitap vardır. Yola bunlarla çıkarsınız ve siz vardığınızda o işlerin üretildiği endüstri yerini başka bir şeye bırakmış olur. Nostalji güzellemesine dalmayacağım. Woody Allen “Midnight in Paris” filminde bu konuyu üstüne laf söylenemeyecek biçimde kapattı. Her devir kendi üretim ve tüketim dinamiklerini getirir, ama… Mutsuz sanatçılar ve doyumsuz izleyiciler yaratan yeni endüstri bir duvara mı tosluyor, kafamdaki soru bu.

R.03

İzleyici de mutlu değil sanki? Zengin bir ailenin şımarık çocuğu gibi davranıyor. Önüne serilmiş onlarca çeşit tatlıya görmemişçesine saldırıyor, hepsinden birer ısırık alıp kenara fırlatıyor. Çiğnemeden yuttuğu yemeğin tadını almak için reseptörlerine fırsat bile tanımayan bu çocuk nasıl bir mutluluk yaşıyor olabilir? Ya da tersi… Durum buysa, nasıl oluyor da insanlar bu ürünleri çılgınca tüketiyor. Acaba prodüksyonlar cillop, gişeler kapalı, herkes mutlu mu? Sanmıyorum. Ortada bir savaş var. Samimi, organik içerik ile endüstriyelleşmiş, duyularımızı harekete geçirmek üzerine uzmanlaşmış içerik arasındaki savaş. Artık tekelleşmiş olan ikincisi açık ara önde.

Böyle bir ortamda, seçkin bir azınlık dışında kalan sanatçılara, dev bir fabrikanın parçası olmaktan başka pek bir seçenek kalmıyor. (İstisnalar kaideyi bozmaz.) Yıllarca bayraktarlığını yaptığımız “sevdiğin işi yap…” mottosu, bugün çıkış fikrinden çok uzaklaşmış, piyasa tarafından manipüle edilerek içimize sızmış bir Truva atını çağrıştırıyor. Bizler bu tür kodlarla, seyirci ise bizim ürettiğimiz sanatın bilişsel kodlarıyla yeniden programlandı. Kazanan her kimse onun adı hiç geçmiyor. Genelde geçmez.

R.04

Konunun etrafında yeterince dolandık sanıyorum. Otomasyonla kurulan yeni bir endüstri devriminin başındayız. Bir sonraki adımda otomasyonu aşıp insansız insiyatif alabilen bir endüstriyel mekanizma kurulacak, kuruluyor. Beraberinde gelen “gereksiz insanlar çağı”nda sanat öne çıkan bir meslek haline dönüşüyor. Yakında sanatçılar sadece birbirleriyle değil, yapay zeka ile de yarıştıkları bir piyasanın içinde bulacaklar kendilerini. Bugün ortaya konan, zirveye yerleşen işler içinde fikri bir çölleşme, taklit ve tekrar var; madde, mananın önüne geçiyor. Oysa hayal edip edemeyeceğimiz her şeyin prodüksyonunu mükkemele yakın derecede üretebilecek kudrete sahibiz. Ve sanki asırlardır denizleri aştığımız gemilerimiz artık son kıtaya oturdu. Dünya sonsuz değil ve uydularımızın göremediği tek bir santimetresi kalmadı. Bizler de kaşifler olarak hükümsüz kaldık.

Dünya’da kıtalar sayılı da olsa, Evren sonsuz… Keşfedilecek yeni gezegenler var ve belki de daha büyük gemiler inşa etmemiz gerekiyor.